Farklı bir şekilde bakmaya, dinlemeye, dahası düşünmeye ihtiyacımız olan bir dönemden geçiyoruz.
Hayatımızı nasıl yaşadığımızı, kendimizi, ailemizi, eşyalarımızı bir bir gözden geçirdik. Bazı farkındalıklar geliştirdik, belki bazı alışkanlıklarımızı bırakıp yenilerini edindik. Nasıl tükettiğimizi, neyi nasıl giyindiğimizi, nasıl alışveriş yaptığımızı da düşünmek için de iyi bir zaman olabilir mi?
Üç aydır evde olduğumuz için mecburen konuşulagelen sadeleşme kalıcı olabilir mi? Yoksa tüketmeye acıktık mı? Bir araştırma, eğer herkes ABD’de yaşayan sıradan bir insan kadar tüketirse, insan nüfusunun devamlılığı için dört dünyaya daha ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor.
Biricik dünyamızı bile korumakta sınıfta kalmış görünüyoruz. Bir başka araştırma, iklim değişikliğine neden olan karbon emisyonlarını kontrol altına almak için en etkili yolun ekonomik büyümenin en önemli ana bileşenlerinden biri olarak görülen tüketimi azaltmak olduğunu belirtiyor.
Moda çerçevesinde tüketim deyince aklımıza hemen edebiyatta natüralizme öncülük eden Emile Zola’nın Kadınların Mutluluğuna adlı eseri geliyor. Zola bu eserinde hem döneme hem alışveriş kavramına ışık tutar. Kitapta anlatılanlar 1852’de Paris’te açılan dönemin ilk alışveriş merkezi Le Bon Marche’den esinlenmiştir. Tüketim, gösteriş, görkemli mağazaların hemen arka sokağındaki küçük esnafın yaşadığı zorluklar, sınıf farklılıkları çarpıcı bir şekilde işlenir.
Şüphesiz, tüketim işin bir boyutu. Sektörün hangi prensiplere dayanarak üretim yaptığı da başka önemli bir boyut. Bir süredir giderek daha çok markanın iş modeline dahil etmeye çalıştığı sürdürülebilirlik kavramının, salgın döneminde çokça konuşulduğuna şahit olduk. Ortak kanı şu: Bundan sonra, daha sorumlu, daha kapsayıcı, fark yaratan ve özünde samimi bir yaklaşımla yaratıcılığını kullanan markalar kazanacak.
Geçtiğimiz hafta Londra’da, kıyafetin ötesinde hikâyenin, trendin ötesinde amacın ön plana çıktığı, podyumsuz ilk dijital moda haftasını deneyimledik.
BoF’in önceki hafta yaptığı ilk online zirvesinde tüm oturumların ortak konusu, daha sorumlu bir moda endüstrisinin yollarını bulmaya yönelikti. İşçi hakları, sürdürülebilirlik tanımı, döngüsel iş modelleri alt başlıklardı. Markası ile bu konudaki öncü isim Eileen Fisher, "Önceden sürdürülebilirliği doğal kumaş kullanmak zannediyorduk, bugün yeni ürün üretmek yerine dönüştürmenin peşindeyiz” dedi.
Aslında modanın çevresel ve sosyal etkilerinin konuşulması eskiye gidiyor. Aktivist İngiliz tasarımcı Katharine Hamnett, Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada moda endüstrisine ekolojiye daha duyarlı olma çağrısı yaptığında, yıl 1990’dı. Patagonia, plastik şişe atıklarını dönüştürerek polar giysi üretmeye başladığında da 90’lardaydık.
45 yıldır trend tahmin uzmanlığı yapan Lidewij Edelkoort, 2020’lere dair öngörülerini salgından çok önce açıkladığında; insanların iyi hissetme ihtiyacı ve anlam arayışı ile birlikte, sürekli yeni tüketimden ziyade az ve öz parçalara daha fazla kıymet vereceklerini, işbirliklerinin artacağını, yerel ürünlerin tercih edileceğini, duyarlı ve pragmatik modanın yükseleceğini söylemişti.
Peki, moda sektöründe bir sistem dönüşümü olur mu? Sektörün varoluşsal bir kriz döneminden geçtiği, farklı uzmanlarca sıklıkla ifade edilyor. Özetle: Mecbur!
Bu yöndeki girişim örnekleri başarılarıyla umut vadediyor. Everlane, üretim sürecinden maliyet yapısına kadar şeffaflık prensibiyle hareket ediyor. Warby Parker, stil sahibi gözlükleri müşteri deneyimini ön planda tutarak fiyat olarak erişilebilir bir ürün haline getirirken, ikinci el moda konusundaki RealReal, Rent the Runway gibi girişimlerin açtığı yolun büyüyerek ikinci el moda pazarını 5 yıl içerisinde iki katına çıkarması bekleniyor.
Moda her zaman, çağının aynası olmuş. İçinden geçtiğimiz sıra dışı dönem ile ilgili olarak geleceğe nasıl bir yansıma/iz bırakacağımızı tasarımcılar, markalar ve tüketiciler olarak şu anda şekillendiriyoruz. O zaman neyi nasıl giyindiğimize bugün biraz daha dikkatli bakalım.
Göknil Bigan
28 Haziran 2020 Aposto, Lagom'da yayımlanan yazı.